Musakka



  • Ben yıllar önce öğrendim. Küçük şeyler mide bulandırır, ama kimsenin haberi olmazsa sadece sizin midenizi bulandırır...

    Ağustos ortalarıydı. Hava sıcak, tarlada ürün bol. Patlıcanları sulamaya gitmiştik. Annem ile ben sulamanın düzgün olması için tablaları düzeltiyor, gördüğümüz otları da çapalıyorduk. Daha 8-10 yaşımdaydım. Babam da sulama işini yapıyordu. Çamurla oynamaya bayılırdım. Ama daha sulama işini yapacak kadar büyümediğimden bana verilmezdi o iş. Babamın işiydi. Akşam oldu. Annem acele ile erkenci patlıcanlardan topladı biraz. Bu patlıcanlar hepsinden aceleci olanlardı. Su motoru durduruldu, traktöre doluştuk ve eve geldik. Babam sizin yarın gelmenize gerek yok, ben sulamayı bitiririm dedi. Yemek yendi, Allah ne verdiyse. Ninem, annem, babam, ben ve üç kardeşim ile dizildik TV başına. Başka ne olacaktı ki. Uykusu gelen kıvrıldı uyudu.
    Sabah annemin sesi ile uyandım. Kahvaltıda babam yoktu. Erken çıkmış. Ya ne olacaktı ki! Öğlen çabucak oldu. Yemek kocaman bir karpuz, belki yoğurtlu kızartma.. Kimbilir?
    Yemekten sonra annem çağırdı. Git maşıngayı (kuzine) doldur oğlum, akşama patlıcan musakka yapayım dedi. Allaaah, sevindim tabi. Ailece severdik. Annem yemeği hazırlamaya mutfağa gitti. Ben de kavkazları (kurumuş ayçiçeği sapları) alıp oturdum avludaki maşınganın başına. İçine sığacak kadar ölçüp kırdım, yerleştirdim. Üstüne iki parça odun koydum. Eski bir gazeteyi de araya sıkıştırdım. Bir kibrit çakımına kalmıştı maşınganın yanması. Ahh o kibriti de ben çaksam ya. Ama olmaaaz, çocuklar ateşle oynamaz.
    Maşınga yaz olduğu için değil, artık evde, odada yakılamayacak kadar eskidiği için avludaydı aslında. Yenisi yaz gelince boruları ile birlikte sökülür, temizlenir, kış başına kadar kaldırılırdı. Bu eskidiği, artık saçları delindiği için odada yakılamayacak maşıngaya iki boru takılır, mutfaktaki elektrikli fırın yerine onun fırını kullanılırdı. Eh bize de eğlence olurdu.
    Annem yemeği hazırladı. Meşakkatli bir yemekti hatırladığım kadarı ile, sosu, sarımsağı, patlıcanların haşlanması filan.. Şimdi işi bilenler ne sarımsağı, ne sosu diyeceklerdir, ama öyleydi, biz çocuk aklımızla o yemeğin sosuna (ki bizde suyuna denir) ekmek banmaya, hele de yemeğin içinde pişmiş sarımsak avcılığı yapmaya bayılırdık. 
    Annem kibriti çaktı. Gazeteyi ucundan tutuşturdu. Kavkazlar hemen alevlendi, onlar da odunları alevlendirdi. Bu kokuya bayılıyorum. Hala köyde kavkaz yaksa biri derin derin o dumanı, kokuyu içime çekiyorum. Fırın elle kontrol edilirdi. Isındi ise artık tepsiyi atma vakti gelmiş demektir. Annem tepsiyi koyarken ninem elinde güğüm ile gelir, yandı madem, bu su da ısınsın, bulaşıkta filan lazım olur der, maşınganın üstüne güğümü (bakırdan yapılma su kabı) koyar. Artık ateşçi başı benim, ama kardeşlerim de toplanır, her biri kendince kırdığı kavkazı bana verir, ben de ateşe atarım. Ama çok değil, yavaş yavaş pişmeli çünkü yemek. Ninem namazına, annem ev işlerine giderken bizim de işimiz bu olurdu.
    Akşam kolay olmaz köylerde, hava kararmaya yakın kurulur sofra. Herkesin gelmesi beklenir. Kurulur dedim, çünkü her öğün yeni baştan kurulur ve bitiminde kaldırılır. Şimdi o süslü püslü, vazolu, çiçekli masalar gelmesin aklınıza. Bizim soframız kasnak (tekerlek gibi içi boş yuvarlanmış tahta) ile başlar, üstüne sofra bezi, onun da üstüne kalaylanmış bir bakır sini ile kurulurdu. Yemeğe göre herkese bir kaşık, yada çatal konur, ki ikisi bir konmazdı çok zaman - ne gereği var, boşuna bulaşık çıksın- taneli yemek ise çatal neyimize yetmiyor, ha sulu ise de kaşık yeterli. Dizler kırılır oturulur, sofra bezi kucağa çekilir, ekmek yemekten önce dilimlenirdi. Tabaklar mı? Yok, şimdilerde köyde herkes ayrı tabaktan yer olmuş, ama benim çocukluğumda çorba tencereden hep birlikte içilir, pilav aynı kaptan yenirdi. Öyle herkese ayrı kap filan yoktu yani. Su kabı (sürahi yada ibrik) sofranın yanında, arkadaşı bardak ile servise hazır olurdu. Şimdilerde kendi içtiği bardaktan ikinci kez su içmeyenleri görüyorum da, bizim tek bardaktan yedi kişi su içip nasıl hayatta kaldığımıza(!) şaşırıyorum.
    Akşam oldu artık, sofra kuruldu. Annem pilav da yapmış. Yoğurt ta var. Babam da neredeyse gelir. Hah traktörün sesi. Bitirmiş sulamayı. Elini yüzünü yıkadı kuyudan çektiği suda. Eveet babam da geldiğine göre, artık yemeğe hazırız.
    Yemek piştiği tepsi ile geldi sofraya. Yanında bir kapta pilav, diğer kapta yoğurt. Besmeleler bism.. harfleri duyulacak kadar sessizce çekilir, koparılan bir parça ekmek bandırılırdı suyuna. Adet mi? Yoo ne adeti, ben öyle seviyordum. Sonra içinde beyaz karaltılar aranır, ama kendi önünde. Sarımsaklar yani. Pişmiş sarımsaklar.. Anneme denk gelirse genelde küçükten büyüğe doğru verilirdi sarımsak. Bir neşe, bir mutluluk, bir huzur, bir sarımsağa bu kadar mı saklanır!
    Derken üç numara erkek kardeşim ekmeği ile birlikte yemeğinin bir kısmını da çekerek çıkardı ağzından. Hiç hoş karşılanmazdı aslında. Bir de anne saç demesin mi! Görünüyordu saçın bir ucu ağzından çıkardığı lokmada diğer ucu hala ağzındaydı. Çamaşır ipi gibi sallanıyordu o kahrolası saç!
    Babam elindeki çatalı fırlattı siniye, yemiycem ben doydum dedi kalktı sofradan. Ama babaaa! Ne olacak ki, küçücük bi saç! Ninem de çekildi sofradan, biz çocuklar birbirimize bakıyoruz, anlam yüklemeye çalışıyoruz. Kardeşime kızdım, ne var yani saç ise saç, çaktırmadan çıkarsana. Babam tiksindi işte, ninem de.. Olsun ben yerim. Dedim ama annem hışımla tepsiyi aldı, bırakın yemeyin deyip mutfağa götürdü. Biz hala bir birimize bakıp duruyoruz. Babam, hadi pilavla yoğurdu yiyin dedi bize. Ama patlıcan, suyuna banacaktım, ya sarımsaklar! Hepsi gitti. Sessizce yedik. Annem sofraya gelmedi. İçerden kap kacak sesleri geliyordu. Yemeği döktüğünü, bulaşıkları yıkamaya başladığını gördüm, ilk mutfağa sofradan kalanları götürdüğümde. Sürahi ve bardağı götürdüğümde ise annemin sessizce ağladığını, gözlerinin kızarmış, kirpiklerinin ıslanmış olduğunu gördüm. Anne ağlama, gene yaparız, hem yemekten değildir belki dedim, içim burkularak, sesim titreyerek. Annem ise ağlamadım oğlum, soğan kabukları vardı onları topladım, attım ondan yaşardı gözlerim dedi. Ama sesi bile, ahh sesi bile ağlıyordu annemin.
    Sessizce TV izlendi. İzlerken hep kardeşime kızdım. Ne olacak sanki saç ta çıksa, sinek de düşse, kimseye göstermeden çıkar. Sen biliyorsun artık tiksindiysen yeme, ama başkasına da belli etme.
    Bir daha o patlıcan yemeği pişmedi bizim evde. Annemi ağlarken bir kaç defa daha gördüm ama sebebi yemekte çıkan saç olmadı. Sonraları hiç mi yemeğimde saç, pilavımda taş çıkmadı? Çook.. Hep o sofrayı, annemin gözyaşlarını hatırladım ve çaktırmadan bertaraf ettim. Evet evet lokantada bile.
    Ben belkide o gün öğrendim emeğe saygıyı, milyonlarca saç telinin annemin bir damla göz yaşına değmeyeceğini.

    Haziran 2019 - Safranbolu


13.04.2024
Ali Baykala
Okunma:  (  342  )